Dil Seçimi

DEDEMİN HİKÂYESİ

       Kurtuluş Savaşı gazisiydi dedem. Onu herkes çok sert birisi olarak tanısa da daha ilk konuşmada sert görünüşünün altındaki yumuşak yüreğinin farkına varırdınız. Onunla bir-iki kelime konuşmuş olanlar, anlarlardı yüreğini ve yumuşacık meşrebini. O en umulmadık meselelere en umulmadık tepkiyi verirdi. Mesela, çocukluğumuzda, amca çocukları ile bize abdest almasını öğretirken, yüzük parmağını öbür eli ile sıvazlamayı unutana fena kızardı. "Yüzüğün altı kuru kaldı!" diye celallenirdi. Hepimiz parmağımızda yüzük olmadığı hâlde, yüzük parmağını sıvazlayarak, yüzüğün altını da ıslatmayı öğrenmiştik. Çoğumuz o hareketi abdestin şartlarından sanarak yaptı.
       Yıllar sonra parmağımıza yüzük takınca anladık bunun ne anlama geldiğini. Ancak, namaz kılarken çok sabırsız olan emmoğlu Yusuf’un cemaati beklemeden secdeye gitmesini şikayet ettiğimizde de gülümseyerek: “Fena mı, Yusuf Rabb’ına sizden daha önce secdeye varıyor.” derdi. Amcam kızının pınardan su getirirken kırdığı toprak güğüm için kaşını kıpırdatmazdı. “Koca baba… Hatice güğümü kırdı.” diye hep birlikte şikâyet edişimize aldırmadan: “Koca adamlar harmanda gezer de, şu çelimsiz kızı suya gönderirse elbette güğümü kırar.” derdi. Oysa su içtiğimiz şapşağı kazara yere düşürsek hemen bağırırdı. Rahmetli olduğu günden bu güne babama, dedemle ilgili bir soru sorulduğunda; tıpkı Cemil Meriç’in Nietche’den bahsederken: “Deliydi hazret!” diye söze başlaması gibi, babam da önce tebessüm eder, “Deliydi rahmetli!” der, söze öyle girerdi.
Köyde muhtar, aza gibi hiçbir görev almamıştı ama her şeye karışır, herkes de köyde bir iş yaparken mutlaka ona tasdik ettirirdi. Ağaç kesene kızar, boş gezene kızar, hatta gömleği kirli olanı bile: “Derede su mu bitti efendi!” diye haylardı. Yaşı kaç olursa olsun dinlemezdi. En çok kızdığı şey, temizliğe dikkat etmemekti. Dedemin reisliğinde, amcamlarla beraber oturduğumuz evde “Dedem geliyor!” dendi mi, anam ve amcamın hanımı Elif anam, hemen kucaklarındaki çocuklarının burnunu silerler, üzerlerini düzeltirler, oraya buraya eğreti atılmış minder, herhangi bir eşya varsa koşarak etrafı toplamaya koyulurlardı.
       Ninem, saf ve dokuz yaşında bir kız çocuğu gibi nazlıydı. Ona hep bağırır ve sürekli azarlardı. Buna rağmen dünya âlem bilirdi ninemin dedemi, dedemin de ninemi ne kadar çok sevdiğini.
Dizlerinin önlerine kadar inen yakasız, beyaz bir fistan giyerdi dedem. Altında ise yine beyaz, şalvardan biraz kısa bir giysi... Başındaki Özbek sarığında kavuniçi renginde nakışlar ve motifler vardı. Sarığın kavuniçi rengi ve nakışları dışında, sakalından saçına, tenine ve elbisesine kadar her şeyi bembeyazdı.
Doksan yaşına rağmen başparmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırdığı cevizleri maharetle kırıp bizlere dağıtırdı. Öyle güçlü idi ki gözümüzde… Babamdan, amcalarımdan, hatta büyük amcamın oğlu; davar damının direğini değiştirirken hezene omzunu veren Mehmet ağabeyden bile güçlüydü.
O, dağ gibi görüntüsü olan, elleri kocaman dedem ninemin seksen yedinci yaşında ölüvermesiyle, küçücük, varlığı yokluğu belirsiz bir tepe gibi kaldı. Artık elleri, biz torunlarına bile kocaman görünmüyordu. Ceviz de kıramaz olmuştu iki parmağı ile. Eskiden etrafından edeplice geçtiğimiz, yanında yönünde rahatsızlık verecek kadar bağırıp çağıramadığımız dedemin yanından her şekilde gelip geçiyorduk. Yanında densizlik de yapsak başını çevirip bakmaz olmuştu.
       Ninemin, vefat ettiği cuma sabahından sonra çardağın ucunda serili yatağının içinden, hiçbir rahatsızlığı olmadığı hâlde, kalkmamıştı. Sadece yakınında bulunan birine yavaşça seslenerek; “Şu ibriği getir evladım, abdestimizi tazeleyelim.” demişti. Ben dedemden, “Abdest alalım.” sözünü hiç duymadım. Hep abdest tazeleyelim derdi.
       Ninemin ölümünü takip eden cumaydı. Ve o güne kadar, kimseyle konuşmadan, o herkesin alıştığı tepkileri göstermeden, oturduğu yerden görünen ninemin mezarına baktı durdu. Sadece abdest tazelemek için ibriği istedi ve ihtiyaç duyduğu anlarda da abdesthaneye gitti. Ninemin vefat ettiği saatlerden iki saat kadar sonraydı. Halam bize gelmişti. Bizler de; babam anam, amcam ve ailesi çardakta oturuyorduk. Halam tabiî olarak doğruca dedemin yanına gitti. Varması ile de “Aman Allah’ım babam ölmüş!” diye feryadı bastı. Oysa az önce ibriği istemişti benden ve abdestini tazelemiş, abdesti bitince de bana: “Su dökenin çok olsun oğlum.” diye dua etmişti. Hatta suyu dökerken de, yazın suyu iyice azalan, bizim yaylanın en soğuk pınarı; Goflek pınarını hatırlatarak, “Suyu Goflek pınarının oluğu gibi akıt avuçlarıma, azar azar paşam. Anladın mı dedesinin aslanı, Goflek pınarı gibi.” demişti.
       Götürülüp ninemin yanına defnedildi. Hâlâ hatırlıyorum da ninemin öldüğü andan itibaren kaybolan o dağ, ölünce sanki yeniden yiğitleşmişti. Gasledilirken, perde olarak gerilen kilim ve savanların arasından gördüğümüz elleri yine kocamandı. Başparmağı ile işaret parmağı ceviz kırabilecek kadar güçlü görünmüştü gözlerime.

Hiç yorum yok: