Dil Seçimi

ZİYARET - Hikâye

Hasan EJDERHA
       
Çukurova’da kırk derecenin üzerinde bir sıcak; yazının yüzünde daha da yakıcı dokunuyor insana. Bir de Arkadaşımızın sevgili anasının cenazesi olması ve anası ölen bir şairin, gözlerinden şiir gibi dökülen yaşların dayanılmaz yakmasını katarsak, çok ağır bir gündü.
            Cenazeyi köye uzak bir mezarlığa defnettikten sonra, yaya olarak geri dönüyorduk. Cenaze anında tanıştığımız arkadaşlar, daha doğrusu, anası ölen arkadaşımızın çeşitli yerlerden, cenaze için gelen arkadaşlarından birisi. Yeşillikler içinde, damı kiremitli evleri göstererek, “şurada mübarek bir zat var. Yüz yaşını geçeli kaç yıl oldu bilmiyorum. Buraya kadar gelmişken isterseniz ziyaret edip, hayırduasını alalım mı ne dersiniz?” dedi.
Arkadaşın sözü biter bitmez herkes aynı anda işaret edilen köye yöneldi.
            Ağustosun son günleri olmasına rağmen, çayır yemyeşil; aralıklarla okaliptüs ağaçları karşılıyor bizi gölgeleriyle. Okaliptüs ağacını görünce hüzünlenirim öteden beri. Bataklıkları kuruttukları için dikmişler bu ağaçları, ta uzak diyarlardan getirilerek. Çok da tatlı gölgesi var. Beni esas hüzünlendiren şey bu ağaçlara verilen isim. Bölge insanı, “Garip Dost” deyivermiş bu ağaca.
            Köye girer girmez gerçekten o köye göre şaşılacak kadar büyük bir camii inşaatı karşıladı bizi. Anladım ki çok gelip gideni var köyün. Camii inşaatını geçip biraz ilerledikten sonra, etrafta bulunan insanlardan, mübarek zatın ikametine geldiğimizi anladık. Bizim planımız, hoca efendiyi ziyaret etmek, elini öpüp, hayır duasını alarak ayrılmaktı oradan. Çoğumuz, geldikleri yerlere geri dönmek için acele bile ediyordu haklı olarak.

            Bahçe kapısının biraz ilersi meydanda bizi iki üç kişi karşıladı. Yarım yamalak “Hoş geldiniz!”den sonra “Sen, sen şu tarafa geç. Sen şuraya!” diye bizi iki gruba ayırdılar. Hatta bana, işaret ederek iki kişi olarak gruplanmış arkadaşların yanına geçmemi söylediler. Bizim grup olan üç kişi ve diğer gurup olan sekiz kişi ile iki gruba ayrıldık. Her grubu birer kişi alarak “gelin arkamızdan!” dediler. Biz de itiraz etmeden arkalarına düştük.
            Benim içinde bulunduğum üç kişiyi, yan yana bulunan üç tulumbanın başına getirdiler. Getiren adam: “Bu tulumbaları çekeceksiniz. Biraz hızlı çekerseniz, aşağıda darı sulayan arkadaşlarınızın işlerinin çabuk bitmesine yardımcı olursunuz. Hadi Allah hepinizden razı olsun; kolay gele” diyerek ayrıldı.
            Olanlardan hiç kimse bir şey anlamamıştı. Bir süre birbirimize baktık arkadaşlarla. Daha sonra yavaş yavaş tulumbanın kolunu indirip indirip kaldırmaya başladık ve kuyudan çıkan su az ileride birleşerek, orta büyüklükte bir su arkı meydana getirmeye başladı. Hiç birimiz bu işe alışkın ve becerikli değildik. Ancak bir miktarda zevki yok değildi. Evet, evet zevkliydi.
            Aslında ilk başta bir miktar bozulmuştum olanlara. Ama tulumbadan su çekmeye başlayıp arkta su birikip, darı sulayan arkadaşların bulunduğu tarlaya doğru akmaya başlayınca, Bir şeyler üretmek, Çukurova’nın sıcağında, tarlada susuz, yemyeşil darılara giden suyun, benim emeğimle gittiğini hissetmek daha da iştahlandırdı beni ve dayandım tulumbanın koluna. Bu iş arkadaşlar için de bir yenilik olacak ki, Benim iştahlı halim arkadaşları da coşturdu. Fakat hiç birimiz, sürekli dayanacak güç ve alışkanlıkta değildik. Bu iştahlı halimiz on ya da on beş dakika ancak sürebildi.
            İyice yorulmuştuk. Tepeden tırnağa da terlemiştik. Önce gömlekleri çıkardık birer birer, olmadı. Yavaşlasak, tulumbadan arka akan su kesiliyordu; ki o zaman kimin tulumbasında su kesilse, onu bir telaş alıyordu. Telaşla tulumbanın kollarına asılıyor, o zaman daha çok yoruluyordu.
            Kendi kendime düşünüyordum. Bazen “iyi oldu yahu!” diyorsam da. Bazen da “Bu nasıl iş? Yahu size ziyarete geldik, sizin misafiriniz biz. Gelen misafir sorgusuz sualsiz işe koşulur mu?” diye mızmızlanan düşünceler de kafamdan geçmiyor değildi.”
            İyice takatten düşmüştük yarım saatin sonunda. Ancak aşağıda darı sulayan arkadaşların dizine kadar çamurun içinde olduklarını düşündükçe, onlara göre bizim durumumuzun daha lüks olduğunu görmemek olmazdı. Tulumbadan çıkan sulardan yüzüme, boynuma göğsüme serpmem de beni ferahlatamaz olmuştu. Hatta içtiğim sigaranın sıkıntısı da öksürük olarak bana eziyet etmeye başlamıştı. Bir ara bırakıp, çekip gitmeyi bile geçirdim aklımdan. “Hele bekleyelim” dedim sonra. İsyana hazır köleler gibi devam ettik tulumba ile su çekmeye.
            Dayanma gücümüzün tam olarak bittiği bir anda, bizi oraya getiren sakalı kömür gibi simsiyah, Gerçekten çok ihtişamlı görünen zat geldi. “Tamam! Canlar, bırakın! Allah hepinizden razı olsun. Benimle gelin!” sözleri bizim kurtuluşumuz olmuştu.
            Koca, koskoca bir çınarın altına gelmiştik.
            Çınarın dalına henüz kesilerek asılmış dört tane koyun gövdesi vardı. Bir tarafta odunlar, pamuk çalıları falan… Kocaman çınarın gölgesine kendimizi zor atmış bir vaziyette etrafı inceliyordum.
            Daha sonra darı sulayan arkadaşlar da, dizlerine kadar çamura batmış halleriyle çınarın gölgesine attılar kendilerini.
            Yine orada ikamet eden zatlardan birisi geldi ve “canlar hoca efendi uyuyor. Öğleden sonra bir saat uyur. Şimdi şu odunlardan alın ve şuraya ateş yakın.” Beni işaret ederek, “sen al şu sacı yıka da gel babam!” dedi ve daha sonra devam etti “şurada sulanmış bol miktarda yufka ekmek var. Sacı ateşin üzerine kapatın. Şuradan et kesin. Bakın şu sepetlerde domates yeşilbiber falan da var. Hadi bakalım yatmayın. Elinizi yüzünüzü yıkayın. Bir güzel karnınızı doyurun” dedi. Sonra da çekip gitti.
            Gerçekten çok acıkmıştık. Arkadaşlardan biri çok güzel bir ateş yaktı. Ben yufka ekmek pişirmek için kullanılan sacı yıkayarak ateşin üzerine kapattım. Birkaç arkadaş da gövdelerden et kesip, domates, yeşilbiber de koyarak sacın üzerinde bol bir çaman etti. Hatta arkadaşlardan biri “kurban bayramı mı geldi” diye şaka yaptı.
            Tam karnımızı doyurmuş, çeşmeden sırayla abdest aldıktan sonra çınarın gölgesinde muhtelif yerlere uzanmıştık ki. Elinde bir tepsi çay ile öteden biri göründü. Yanımdaki arkadaş “hay yiğidim ne tatlı görünüyorsun” diyerek yerinden doğruldu. Ben, “hocam çay mı güzel görünüyor yiğit mi” diye güldüm. Arkadaş “karıştırma hocam” dedi.
            Şekerleri atılmış çaydan alırken, baktım nasıl olsa oradakilerin iki katı sayıda çay var. “gurban iki tane alabilir miyim” dedim. Çayı tutan adam, “istersen üç tane al babam. Hatta bak karşı kapıdan girince avluda ocak var; oradan daha istediğin kadar çay alabilirsin!” dedi muhabbetle.
            Çayları, ömrümüzde ilk defa çay içiyormuş gibi bir açlıkla içtik. Arkasından ikinci defa, derken üçüncü defa çaylarımızı aldık. Son aldığımız çayları tam bitirmiştik ki, bizi guruplara ayırarak işe götüren sakallı zat yanımıza geldi. “Canlar Hoca Efendi uyandı. Arkamdan gelin!” dedi.
            Tatlı mı tatlı, güzeller güzeli bir pir-i fani idi hoca efendi. Saç sakal beyaz, ten beyaz, elbisesi beyaz, nur yüzlü bir ihtiyarcık. Rüyada sandım kendimi. Kısa bir sohbet ettik, duasını istedik. Hatta O, “bir ferdi dua var bir genel dua. Genel duayı hepimiz birlikte yapalım! Son zamanlarda çok ihtiyacımız var buna!” dedi. Şaşırdım dua ederken. Dünyada günlük olup biteni bu pir-i fani nasıl takip edebiliyordu bu yaşında. Müslümanların siyasi, ekonomik her türlü meselelerinden günlük haberdardı anlaşılan. Çünkü topluca ellerimizi kaldırdığımızda: Hoca Efendi söyledikten sonra, hep birlikte “âmin” dediğimiz sözler ve o sözlerin oluşturduğu cümleler, paragraflar ve cümle metin muhteşem bir bütünü, şiiriyatlı, okumaya doyulamayan bir kitabın edebi sayfaları gibiydi.
Dua bittikten sonraki kısa sohbette ise, yorumlar ve yaptığı özeleştiriler ile beni hayran bırakmıştı güzel zat.
            Oradan muhabbet ve hayranlıkla ayrılıp, otobüse bindiğimde, yorgunluğun da verdiği tesirle koltuğa iyice gömüldüm ve Pamuk Hoca efendiyi düşündüm. Sorgusuz sualsiz işe koşulmamıza sinirlenmiştim ama şimdi memnun ve gönlüme oradan doldurduğum huzurla eve gidiyordum.