Dil Seçimi

"BABA BU GÜN DAĞLAR YEŞİL BOYANDI"

Hasan EJDERHA 
         
 Ala dağın armudu/Anan baban var mıydı/Anam Babam olsaydı/Beni burda kor muydu.”
Bu Türkü babamın türküsü…
Baba dendi mi, Babamın beyaz iş şalvarının yırtığından görünen dizi gözlerimin önüne gelir.
 Yüzünün görüntüsü ise daha daha yakıcıydı. Gözleri taa… Uzaklarda. Bana bakarken bile uzaklardaymış gibi gelirdi hep. En önemli görüntü ise: Yüzünü, dağlar ile gökyüzünün birleştiği çizgiye çevirmiş ve gözlerini buğulu bir şekilde bir noktaya dikmiş, kimsenin, belki kendisinin bile nereye baktığını bilmediği bir şekilde uzaklara taa uzaklara bakışıydı.
Gemin(*) üzerinde dönerken, gemin sürtünmesi ile ekin saplarından çıkan feryadımsı hışırtıları karışırdı türkü söyleyen sesine.(ağustos ayında demeyi ne kadar isterdim) Ama ne yazık ki eylül ayında. Ne yazık ki diyorum, zaten babamın acı türküleri de harmanımızın eylül ayına kalmasından dolayı değil miydi? Yine ne yazık ki eylülde garbi yeli çıktı mı, ağustosda tam sürülmeye müsait olan ekin, eylül ayı ile kayış gibi olur, ağustosta iki günde buğday ile saman ayrılırken, garbi yeli bir hafta, hatta on beş gün sürdürürdü.
Ağustos tam harman zamanı, herkes harmanını çıkarırdı. Tadını çıkara çıkara, hazzını çıkara çıkara. Bize ise, herkesin her şeyin hazzını çıkarması, çıkaracak haz kalmaması ile bir yalnızlık kalıyordu. Sehile (köye) göçülmesi demek, öküzlerin boşa çıkması, bir yakınımızın bize acıyarak öküzlerini emanet vermesi demekti.
Bütün harmanlar çıkar. Öküzler boşa çıkar, garbi yeli çıkar, babamın da beklemekten canı çıkar... Yaylada harmanlar çıkarılıp, biz hariç herkes sehile göçmüştür. Babam dövenin üstüne çıkar, türküsünü söyler. Benim hâlâ canım çıkar.
"Ala dağın armudu
Anan baban var mıydı?
Anam babam olsaydı
Beni burda kor muydu"
Babamı, anasının-babasının olmaması mı, kaderi mi orada koymuştu hâlâ bilemezdim.
Radyomuz çalardı haymada.
Türkü çalardı radyoda. Babam en çok Neşet'i severdi. Neşet derdi babam. Neşet... sonra "Kırmızı Gül"ü çok severdi, tepeden tırnağa hüzün kesilirdi "Kırmızı Gül"ü dinlerken.
Radyo bazen "Şimdi şarkılar programına başlıyoruz" derdi.
Şarkıyı sevmezdi babam. "Oğlum radyoyu kapa" ya da "bir türkü ara" derdi. Türkü arardım. Bulamazsam radyoyu kapatırdım. Hemen arkasından, "Humakuşunu" söylemeye başlardı babam.
"Yavri yavri huma kuşu yükseklerden seslenir."
(...)
"Ben ağlim ki belki deli gönül uslanır"ı tekrar tekrar söylerdi. o zamandan sevmiştim "Humakuşu"nu.
En çok Gümüş Pınarın suyunu severdi babam. Yol üzerindeki üç tane pınarı atlayıp gümüş Pınarına suya gönderirdi beni. Çok severdi nedense Gümüş Pınarının suyunu. M.Kutlu'nun SIR hikâyesindeki "Ak Pınarın suyu" gibi herhalde. Suya gidip-gelirken böğürtlen toplayıp, babama da getirirdim. Babam eline bir böğürtlen alır bir süre bakar, dudağının sağ tarafından belli belirsiz bir tebessümle ile gözlerini yine her zaman olduğu gibi, dudağındaki tebessüm kaybolmadan uzaklara çevirir, "Peygamber Efendimiz çok severmiş böğürtleni, “Bismillahirrahmanirrahim" der, ağzına götürürdü.
Bir besmele, bir böğürtlen, bir besmele, bir böğürtlen… O'nu ben de taklit ederdim böğürtlen yerken. Bir besmele ve bir böğürtlen… Namazdan sonra tesbih çekişine benzetirdim, babamın böğürtlen yemesini. Ne zaman tesbihatta olsa böğürtlen yemesi, ne zaman böğürtlen yese tesbih çekmesi aklıma gelirdi.
Radyoda "sabah türküleri"ni çok severdi babam. hep "akşam türküleri" derdim ben, babam düzeltirdi "sabah türküleri" olarak. Babamın radyoda en hoşlanmadığı şey "spor"du. Ben ise "tıtdıdıdıt dıtdıdıdıt " gibi bir müziğin sonunda "por" demesinden hoşlanırdım. Babam ondan hoşlandığımı bildiği için, o müziğin başlangıcından "por" demesine kadar bekler, sonra radyoyu kapatır veya istasyon değiştirirdi. "Por"un "spor" olduğunu anlamazdım o zamanlar.  (ama yıllar sonra anlayacaktım spikerin -spor- dediğini. Babamın hep "Aladağın armudu" türküsünü niye söylediğini anladığım gibi.
Çoban Durmuş Ede'yi, (ağabey) ben hiç sevmezdim.
Davarını az öteye sürüp harmanın kenarına gelir, değneğini dizlerinin üzerine koyar, üzerine abanarak oraya çömelirdi. "Şom ağızlı" derdi babam gidince ona. Durmadan konuşurdu ve babamın hep canını sıkan şeyler söylediğini babamın yüzünün asılmasından anlardım. Durmuş Ede gidince babamın yüzü aydınlanır, benimle konuşur, şakalaşır, türkü söyler eski neşesi, hüzünlü ve buruk neşesi yerine gelirdi.
"Sen bu harmanı on beş günde çıkaramazsın Fazlı" derdi. Babamın hep korkulu rüyası olan bulutları göstererek, "Bak yağmur geliyor, belki de harmanda kalır senin bu sap" derdi.
Babamsa yüzünü buruşturarak "Allah kerim Durmuş Ede" derdi.
Durmuş ede can sıkmaya devam ederdi. "Öküzün yok niye ekersin bire gardaşım, burdan emeğin çıkmaz senin, nasılsa çıkardığın daneyi geri saçacaksın tarlaya, saman için mi çalışırsın?" babam artık çileden çıkardı.
"Saman nimet değil mi Durmuş, ona da şükür, ineğimize yem gerek değil mi?" derdi sert bir şekilde. Durmuş Ede bu sertliği azarlanmak sayar hızla kalkar giderdi. Ben hep bir daha gelmeyeceğini düşünürdüm ama o ertesi gün aynı saatte yine gelirdi. Yaylada bir çocukla yapayalnız olan babam onsuz, davarlarla yalnız gezmekten usanan Durmuş Ede de babama uğramadan edemezdi.
İleriki yıllarda tarlayı bir akrabaya yarıya verip Adana’ya sakalık işine gitmeye başladı babam.
İşte o zaman türkü söylemek bana düşmüştü baba üstüne. "Baba Bugün Dağlar Yeşil Boyandı"
Hiç dağların yeşil boyandığını göremez olmuştu babam. Gri bir Mart ayında köyden gidip, koyu gri bir Kasım ayında köye gelmeye başlamıştı ve dağların yeşile boyandığını çok sevdiği halde göremez olmuştu.
          O yıllarda senenin Kasım ayında "Maltepe" içerdi babam. Senenin Kasım ayına mahsustu "Maltepe" içmesi. Çünkü kasım ayı başında sakalıktan gelir, gelirken bir karton "Maltepe" bir karton "Bafra", iki karton "Birinci" ve üç kilo da "İnhisar Tütünü" alırdı. Tütünün üzerinde "Ege ve Marmara tütünlerinden itina ile hazırlanmıştır. Tok içimli bir tütün" yazar mıydı yazmaz mıydı bilmiyorum ama böyle bir yazı olacaktı herhalde tütün paketinin üzerinde, tam olarak hatırlamasam da... Ama hatırladığım, hatta hiç unutmadığım. Babam Kasım ayında "Maltepe", Aralık ayında "Bafra", Ocak ayında iki kilo "Birinci", Şubat-Mart ayında ise "İnhisar Tütünü" sarardı uzun kış günlerinde arkadaşlarıyla oturup laflarken.
Sanki tam ayarlanmış gibi, sakalığa giderken kalan tütünü tabakasına basar giderdi de, gizli gizli içmem için çok umduğum halde bana hiç tütün kalmazdı.
Ama bana yıllar sonra "Babamın sigara paketini altından delip/ sigara yürüttüğüm günden beri yüklendim/Taşıyamayacağım kadar ağır dertleri" mısrasını o zamanki hatıralarım söyletmişti.
           Babamın sigaraları, o yıllarda ne idüğünü benim bilmediğim, ancak babamın çok değer verdiğini bildiğim sarı kağıtların, Mushaf gibi sakladığımız Büyük Babamın kurtuluş savaşından kalma kılıcı ve kamasının daiçinde bulunduğu içi kağıt kaplı askerlik bavulunda saklanırdı Anam tarafından. Ben o bavulu iki kaşığı kilitli olan yerlere sokup kanırarak açmanın usulünü bulmuştum. Her defasında açar ve hiç açılmamış gibi kapardım. Çünkü bavulun kilidi açılmadan kilidin içine giren üst kapaktaki bölümün minik çivileri çıkar ve çivileri çıktığı deliğe getirip, üzerine birer yumruk vurdum mu hiç açılmamış gibi kapanırdı. Açmamın sebebi ise "Babamın sigara paketini altından delip" mısrasında olduğu gibi, önce jelâtini dikkatle kıvrımlarını bozmadan açar, sonra aynı şekilde paketi açıp her paketten bir sigara alarak gizlice içerdim.
"Maltepe"yi babam izah edilemeyecek şekilde bir başka eda ile içerdi. Bafra, Birinci ve Tütünden çok çok ayrı bir içişti. Maltepe içerken o zaman olduğu gibi hâlâ babam gibi içmeye özendiğimi hissederim. Eminim ki eğer parası yetseydi o yıllarda, Kasım ayında olduğu gibi diğer aylarda da Maltepe içerdi babam. Bir süre sonra ani bir kakarla sigarayı bırakmıştı babam. Şimdi hâlâ sigara içiyor olsaydı yine eminim ki hâlâ "Maltepe" içiyor olurdu. Çocukken "Maltepe"yi ne kadar yakıştırırdım babama. "Babam pamuklu sigara içiyor" der. İçin için bir hoşluk duyardım.
Ben hâlâ, beyaz iş şalvarının yırtığından görünen dizini, sonra yüzünü hatırlıyorum babamın. Yüzünü hatırlayınca da türküleri hatırlıyorum. Babam türküleri, türküler de babamı hatırlatıyor bana. Türküler hâlâ var ve hep olacak, Dağlar ise yılda bir yeşile boyanacak.

*GEM:  Her alanda olduğu gibi 80’li yılların sonlarından itibaren teknolojinin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte geleneksel saman öğütme ve tahıl ayrıştırma aracı gem tahtası da tarihe karıştı. Bu nedenle yeni nesil için ve kentli okuyucular için gem tahtasını ve çalışma prensibini açıklama gereği hasıl oldu. Traktörün tarımda yaygınlaşmadığı ve sadece Çukurova’ya has bir araç olduğu eski devirlerde, Türkiye’nin birçok coğrafyasında tahıl ürünleri sap ve samanından “gem sürmek” ya da “harman sürmek” yolu ile ayrılırdı. Şöyle ki: yaklaşık 2 mt boyunda ve 40-50 cm eninde ucu hafif havaya kalkık bir tahta vardır ki adına gem denir. Bu tahtanın altına “gem taşı” denen sivri özel küçük keskin taşlar döşenir. Çapı iki öküzün koşulduğu bu tahtayı rahatlıkla döndürebileceği genişlikte ve dairesel şekilde oluşturulan harmanda buğday vb. saplar yayılarak yaklaşık bir hafta boyunca öküzlerin ya da atın koşulduğu gem, bu sapların ve samanın üstünde döndürülerek yaklaşık 2-3 dönümlük tarlanın hâsılatının tanesi samanından ayrılır idi. Yumuşatma işlemi bu şekilde tamamlandıktan sonra uygun kuvvette rüzgar beklenerek tane ile saman “harman savurmak” yöntemi ile birbirinden ayrılırdı. Aşağı yukarı 3-4 gün de savurma işlemi sürer ve 2-3 dönümlük bir tarlanın ürünü yaklaşık 10 günde tarladan kaldırılabilirdi. Bundan sonraki aşama ise hayvanların yiyeceği olan samanı tarladan eve götürmektir. Bu taşıma işlemi de hayvanlarla yaklaşık 10 gün sürecektir. Bu işlemlerin Ağustos’un son günlerine kaldığını düşünürseniz yaz yağmurlarına yakalandığınızda, günlerce harmanı yerden kaldıramazdınız. “Garbilemek” ise gece sabaha karşı nem oranının fazla olması nedeniyle çiğ düşmesi ve sabah harmana yumuşatmak için açılan tahıl saplarının ıslak olması nedeniyle çabuk kırılmayıp ufak parçalara ayrılmasının zorlaşmasıdır. Bu hem tanenin samandan ayrılmasını zorlaştırır hem de samanın uygun vasıfta yumuşamasını engeller. *Yrd. Doç. Dr. Mehmet YILMAZ

2 yorum:

Unknown dedi ki...

BU ne güzel ne hüzün dolu bir hikaye .. ve ne kadarda gerçek yazmış yazan.. yürek yandı okurken çok duygulandım defalarca okudum .. teşekkürler..

Unknown dedi ki...

BU ne güzel ne hüzün dolu bir hikaye .. ve ne kadarda gerçek yazmış yazan.. yürek yandı okurken çok duygulandım defalarca okudum .. teşekkürler..