Dil Seçimi

ÜÇ ADAM

         Bir kitabın kapağındaki fotoğrafa bakıyoruz Bilge ile birlikte. Mustafa KUTLU’nun “Şehir Mektupları”(*) Kapakta, köprüden aşagıya bakan, sırtı dönük, üç taşralı genç var. Galata Köprüsünden aşağı bakıyorlar. Ara GÜREL’in siyah-beyaz bir fotoğrafı. Bilge’ye uzun uzun anlatıyorum bu üç kişinin nereden geldiğini, İstanbulda kimin yanına uğrayacaklarını, hangi işleri yapacaklarını hayal ediyoruz birlikte. Bilge mi? Bilge, A.Doğan İLBEY’in balası, Alparslan’ın ablası. Alparslan dikkatle bizi izliyor bir mana veremediği gözlerindeki şaşkınlıktan belli. İlbey susuyor. Mecbur  susmaya. Bilge az önce ona “Baba amcamla hep sen sohbet ediyorsun. Şimdi iki saat kitaplardan konuşacağız” diyor. “Kitap” dendi mi, kitaplardan konuşacağız dendi mi bizde hal mi kalır, teslim olmaktan gayrı.
         Bilge “Hadi amca anlat. Sonra ne yaptı İstanbulda bu adamlar?”  Zaten sürekli önümüzde “Şehir Mektupları” o üç insana bakıyoruz. Sağ taraftaki en iri cüsseli. İri cüsseli dedimse, sadece diğerlerinden biraz farklı olanın elbiseleri üzerine biraz uymuş gibi. Yine de kendi vücut ölçülerine göre yapıldığı şüpheli. Şapkası da öyle. Ortada duran, harikalar harikası. Yine o da şapkalı, sağında ve solunda duran arkadaşlarından biraz küçük yapılı. Ama, üzerindeki elbiselerinin hiç birisi kendinin değil. Bu hemen ilk bakışte kendini ele veriyor. Çeketi uzun. Tam boynunda, yaka kıvrımının altında bir miktar bir yırtık var. Ancak belli ki, yırtık biraz tamir görmüş.Pantolonunun iki ayağı da biraz kıvrılmış. Zaten mecburdur buna görüldüğü kadarıyla, pantolonun kıvrım kartları o kadar uzun ki, kıvrılmamış olsaydı kendisine 25-30 santim uzun geleceği belli. Sağ ayağını biraz fazla kıvırmış çorabının yukarısına kadar çıkıyor. Soldaki, sağdakinden biraz zayıf. Ortadakinden biraz uzun boylu, az sarışın olana gelince; Her ne kadar görünmese de gözleri mavi  veya çakır olabilir. Çeketi ise çok kısa, diğer elbiseleri normal. Üçü de kollarını köprünün demir korkuluklarına koymuşlar denizi seyrediyorlar. Öyle bir merak ve dikkatle seyrediyorlar ki, buradan ilk defa baktıkları her hallerinden belli.
         Bilge, “Hadi amca devam et. Bu adamlar nereden geldiler?” Beraberce daldık üç adamın hikayesine. Odanın içinde, bizimle alakadar olmadan kendi aralarında sohbet edenler bile bize kulak kabartmışlar ki, yerinden kalkıp kapaktaki fotoğrafa bir kere daha bakanlar oldu. Belli ki bizi dinlerken onlarda kafalarında canlandırmak istiyorlardı üç adamı.
         “Evet Bilge bunlar Sivas’ın Şarkışla ilçesinin bilmem ne köyünden geldiler İstanbul’a. Hayır hayır Kahramanmaraş’ın Karadere-Harmancık köyünden gelmiş olabilirler. Yok yok, Yozgat Akdağmadeni’nin bilmem ne köyündendirler. Ama Eğin’li olmaları daha muhtemel. Eğin gurbet ocağıdır ya. Neyse nereden geldikleri pek o kadar önemli değil aslında. “Amca isimleri ne bunların?”  “evet, bak isim işi çok önemli. Mesela sağdakinin adı Mustafa. Rahmetli dedesinin adı. Yemenden, gidip de geri dönmeyen dedesinin adı. Soldakinin adı ise Durmuş Ali. Anasının yedinci çocuğuna kadar doğan çocuklar ölmüş. Sekizinci çocuk olunca Kore’de şehit olan dedesi, ölmesin diye adını Durmuş koymuş. Duasını devam ettirerek Hz. Ali hatırına, bir de Ali ismini eklemiş ve adı böylece Durmuş Ali olmuş. Ortadakinin adı  Seyyit Fakı idi. Rahmetli dedesi çok önemli bir zat. Ailenin intisaplı olduğu seyyit bir mürşitleri varmış, dedesine,  seyyit ismi verilmiş ve dedesi çok büyük bir alim olmuş sonraları ve lakabı Fakı olduğundan, bizim seyyit’e dedesinin hem lakabı hem de ismi verilmiş. Seyyit Fakı. Seyyit Fakı da boş birisi değil, çok şakacı, nükdedan ve oldukça hareketli görüntüsünün yanında oldukca iyi bir metrese tahsili görmüş. Nüktedanlığı ve hazır cevaplılığı çok zeki oluşundan kaynaklanmaktadır.”
         “Mustafa çok ağır başlı birisi, Durmuş Ali’nin Seyyit Fakı’ya yaptığı ağır şakalara katılmadan sadece tebessüm ediyor. Ama Durmuş Ali durmadan takılıyor Seyyit Fakı’ya. Mustafa bazan onları duymadan cebindeki resme gidiyor. Sağ cebinde resim. “Beni bekle Elif, dönüp seni alacağım” dediği kızın ilkokul beşinci sınıfı bitirirken diploma için öğretmeni tarafından çekilen resim. Elif ile son olarak konuştuklarından altı yıl öncenin resmi. “
         “İstanbula bu sabah geldiler. Gelir gelmez de, Erzincan Palas, Malatya Palas gibi, sonunda palas olan ucuz bir otele yerleşip çıktılar şehre. Mustafa’nın bir askerlik bavulu var. Durmuş Ali’nin bavulu brandadan yapılmış yarı bavul yarı çanta birşey, omuzuna asılabiliyor. Bir de sazı var. Çok eskimiş görünse bile telleri sağlam, çünkü Durmuşş Ali’nin en kıymetli varlığı sazı. Seyyit Fakının çok önemli eşyaları yok. Çok kirli de olsa beyaz bir torbası var ve içinde, dirsekleri zedelenmiş bir kazak ile mavi çizgili bir pijaması var, Bir de çep defterinin ortasından koparılmış bir parça kağıt üzerine muhtar tarafından yazılmış Kavruk Durdu emminin adresi.”   
         Devam et amca diyor Bilge, ben devam ediyorum. “Bak Bilge bunlar bugün, köyde Kavruk Durdu diye tanınan, yıllar önce İstanbul’a gelmiş, Üsküdar’da bir sürü hatıralarla yüklü, Arka tarafı dergah, ön tarafı attar dükkanı ve yanında nargile içilen, camiden çıkan cematın ve sırlı zatların sohbet ettiği kahvenin de bulunduğu eski binanın yıkılarak yerine yapılmakta olan binanın bekçisi ve amale çavuşunu bulacaklar. Kısa Hacı’dan ona selam getirdiler. Kısa Hacı’dan selam geldi mi yapamayacağı şey yoktur Kavruk Durdu’nun. İşte onu bulacaklar. “Durdu emmi, Kısa Hacı Emmimiz sana selam etti, bize iş, kurbanın olsun yeğenlerin emmi.”  diyeceklerdi. Sabahleyin gitmişler, Kavruk Durdu emmi başka semtte bulunan bir inşaata gitmiş patronla. -akşam gelir dediler- İşte akşama kadar bol vakitleri olduğu için, ta Üsküdardan buralara kadar gelmişler geziyor ve vakit geçiriyorlardı. Akşam otele gelerek ilk defa yaylı somyalara oturduklarında; “Ya Kavruk Durdu emmiyi bulamazsak” demişdi Seyyit de, susturmuşlardı Seyyit Fakı’yı. Çünkü olmamasını istedikleri tek şey Kavruk Durdu emmiyi bulamamalarıydı. Önümdeki çaya devam etmek için biraz duraklıyorum. Duraklamam uzun sürmüş olacak ki. Bizimle ve anlattıklarımızla hiç alakası olmayan odadakiler. Hepsi bir ağızdan, -kesme devam et lütfen” diyorlar. Şaşırıyorum.
         Biliyor musun Bilge diyorum; “Bunlar ilk otele geldiklerinde, odaya girince şaşırdılar. Mustafa yatağın kıyısına oturdu (zaten en medeni cesareti olanları da o) diğer ikisi bir süre, düzenlice yapılmış yatağa baktılar. Sonra yavaşça oturdular. Oturur oturmaz da gömuldüler yatağa ve boylu boyunca uzandılar yarı ürkek. Seyyit Fakı doğrulup yeniden kendini attı yatağa ve göz ucuyla da Mustafa’ya baktı kızıp kızmadığını anlamak için. Baktı ki Mustafa gülüyor, kalkıp kalkıp sırtüstü yatağa kendini bıraktı birkaç kere.”
         -Şu varya Bilge.
         -Hangisi amca?
         -Şu sağdaki diyorum
         -Mustafa mı? diyor  Bilge.
         -Evet. Bu Mustafa aslında çok ağır başlı gibi görünüyor ama bakma sen ona
         -Ne yaptı amca Mustafa?
         “Ne yapmadılar ki, şu Seyyit Fakı var ya”  Merakla odadaki herkes bana bakıyor iyice kendilerini hikayeye kaptırdıklarını belli eden gözlerle. Gülümsemekten kendimi alamıyorum. “Bu Seyyit Fakıya birgün Kavruk Durdu emmi -Al şu mektubu Durmuş Ali’ye ver, memleketten Kelli Murtaza’nın Ese geldi, o getirmiş.” diyerek bir mektup verir. Seyyit hinin teki, mektubu Durmuş Ali’ye vereceği yerde, alıp doğruca Mustafa’ya götürür. Konuşup danışırlar, sonunda Durmuş Ali’nin bir yevmiyesine mal olacak kararı verirler. Yarım gün heyacandan öldürürler zavallıyı. -Öğle yemeğimizi yedirmeden mektubu vermeyiz. Önce yemek sonra mektup- derler. Garip Durmuş Alim mektup beklemektedir ya, herhangi bir mektup değil beklediği mektup, epey gizliliği var gelecek mektubun, kimsenin diline düşmek istemez, kimsenin diline düşmeden, ele  aleme rezil kepaze olmadan büyük aşkların olmadığını da bilir kayünde daha önce olanlardan. Doğruca Bakkala giderler üçü bir. Üçer çeyrek somuna ikiyüz ellişer gram helva koydurarak yemeklerini yerler. Ama mektubu yine vermezler. -Hele bir gazozlarımızı içelimde- derler. Gazozlar içilir, mektup yine yoktur. -Hele nargilelerimizi içelim canım, hem sen orada mektubunu okursun.- Hiç nargile içmemişş olduğu ve sevmediği halde Seyyit Fakı da bir nargile ister. Nargilelere başlarlar ama mektup yoktur hala. Durmuş Ali artık yakarmaya başlar, Seyyit Fakı’ya kalsa vermeyecektir daha ama, Mustafa dayanamaz verir mektubu. Durmuş Ali mektubu alır almaz, olduğu gibi dona kalır. Mustafa da şaşırır Durmuş Ali’nin haline. -Noldu? birşey mi var- dediyse de, sadece başı ile birşey yok der gibi işaret ederek mahzunluğu ve şaşkınlığı bir kat daha artmış bir vaziyette mektuba bakmaya devam  eder. Olanlardan bir şey anlamadığı halde, bir terslik olduğunu sezmiştir Seyyit de. Bir Mustafa’ya bir Durmuş Ali’ye bakıp durur, kendini aşan bir garipliğin olduğunu sezmiş bir halde. Durmuş Ali mektubu önlerindeki sehbanın üzerine bırakır çıkar kahveyi. Mustafa, mektubu kapar-kapmaz anlar garipliği. Mektup kendisinin de tahmin ettiği gibi beklenen mektup değildir. Sarıların İdris yazmıştır mektubu Durmuş Ali’ye, bana da iş bulabilir misin İstanbula gelirsem demektedir. Seyyit Fakı yeni anlamıştır yaptığı işin vahametini ve gözlerini Mustafadan kacırarak sürekli tavana bakar. Olanlar olmuştur bir kere. Mustafa anlamamazlıktan gelir.
*(Dergah Yayınları 158 Türk Edebiyatı. Deneme-4)

Hiç yorum yok: