Dil Seçimi

BABAMIZ GELİNCE

 Çok acelesi vardı. Elindeki paketleri ve poşetleri eve bırakır bırakmaz geri dönmesi gerekiyordu. Arkadaşları Maraş Klüpde masayı kurmuşlardı bile şimdi; hatta aralarında: “nerede kaldı yahu bu adam!” diye söylenmişlerdir bile diye tahmin ediyordu. Tahminden ziyade; bundan emindi. Bu tamı tamına on altı yıldır böyleydi. Dükkânı kapatır kapatmaz, sabah karısının yaptığı siparişleri alır, eve bırakır ve Maraş Kulübü bulurdu. Orada arkadaşlarıyla sözümona akşam yemeğini yedikten sonra, saat on bir gibi aşağı diye tabir ettikleri gazinoya (Pavyon) geçilirdi.
            O gün biraz oyalanmıştı alışveriş ederken ve acele ile elindekileri kapı eşiğinde karısına bıraktı, adetten bir ”Allaha ısmarladık” ile çıkmak üzereydi ki karısı yolunu kesti. Adeta ürkmüştü karısının “dur” diyerek yolunu kesmesinden; bir miktar da karizmaya helal geldiğini düşünmüştü. Ne demekti bu, karısı önünü kesecek “dur” diyecek, akşam çıkmasına itiraz edecekti. Birden ciddileşti, kaşlarını iyice çattı. “Ne dedin sen, ne dedin” diye diklendi. Aslında kaba bir adam değildi. Karısına ve çocuklarına oldukça şefkatli davranır, çevresinde, mahallede, akrabalar ve tanıdıklar arasında çok saygı görür; kendisi de herkese saygı gösterir; kısacası onu herkes normalin üstünde kibar bulurdu. Karısı diklenmesine aldırmadan, “dur dedim sana anlamadın mı” dedi. Kolundan tutarak içeri çekti. O da itiraz etmeden, biraz da merak saiki ile karısını takip etti odaya kadar..
            İçeri varınca, karısı iki kollarından tutarak “bak” dedi. “şimdi sen kulübe gideceksin, orada akşam yemeği yiyeceksin, sonra da gazinoya gideceksiniz. Orada kadınlar olacak bildiğim kadarıyla. Belki de gelip masanıza oturacaklar. Bu kıyafetle mi oturacaksın? İş kıyafetinle öyle mi? Hayır buna izin veremem; takım elbiseni giy, kravatını tak. Hadi bakalım önce sen şu saçlarını yıka banyoya geç de. Hatta acelen ne duş al, kendini daha ferah hissedersin. Sonra da güzelce giyinir çıkarsın. Benim kocam yakışıklı bir adam ve paspal bir şekilde yakışıklılığına çirkinlik getirmesine izin vermem. Hem sonra bir sürü insanın içinde, tertemiz ve şık olmanı isterim. Senin şık ve temiz olman benim şerefimdir” dedi.
            Hiç ömründe olmadığı kadar karışık bir kafayla sokağa çıktığında karısının söyledikler bir bir kafasından geçiyor, bitince baştan başlayarak yeniden kafasından geçmeye başlıyordu. Oldukça rahatsız oldu bir ara. Aslında daha önce hiç tatmadığı bir tadı da tatmıyor değildi. Ama o tada öyle yabancı hissediyordu ki kendini, “bu da nedir” demek geçiyordu içinden. Ayrıca ömründe bu kadar utandığını hatırlamıyordu. “keşke rezalet çıkarsaydı; her akşam her akşam nereye böyle be adam? Sen hiç evini çocuklarını düşünmez misin? Şu eve sadece sabaha karşı yatmak için geliyorsun” deseydi. “Neyse” dedi yolda aceleyle yürürken ”şimdi kulübe varıp, arkadaşlarla oturunca silinir bu düşünceler kafamdan.”
            Tam tahmin ettiği gibi oldu. Kulübe varır-varmaz herkes bir yandan hayladılar “neredesin azizim ya? Biz muhabbetin yarısına geldik neredeyse” dedi birisi. Karşısında oturan: “biz de sandık ki kibar ev erkeği oldu, gelmeyecek...” Arkadaşına itiraz etti: “Ne demek şimdi bu? Zaten ben kibar ev erkeğiyim; Kibar ev erkeğine ne olmuş ki? Ne demek istiyorsun” diye kesip attı. “Boş verin” dedi diğer bir arkadaşı “bırakın şimdi bunları da biz muhabbetimize bakalım.” Hoş-beş, bir iki zarflaşma ve şakadan sonra, kadehler kaldırıldı; muhabbet sigara dumanlarına karışarak, içki kokusu ile birlikte içeri yayıldı. Fakat o, içinde bulunduğu duruma bir türlü anlam veremiyordu. Hiçbir şeyden haz almaz olmuştu. Ne yediği yemek, ne içtiği içki, ne de her zamanki can attığı muhabbet, hiç bir şey tat vermez olmuştu. Bir ara kendini telkin etti: “Kendine gel aslanım ne oluyor böyle sana?” Kendini yokladı, “acaba hasta mıyım” diye. Bir rahatsızlığı da yoktu. Her zamankinden biraz da fazla içki içtiği halde hala karısı beyninde konuşuyordu. Cümleleri bitiyor, yeniden baştan başlıyordu. Karısının asil davranışı karşısındaki mahcubiyetinden ve utancından bir türlü sıyrılamıyordu.
            Arkadaşlarından biri: “ooo! saat on bir’e geliyor; kalkın bakalım kalkın, aşağı inelim!” Hap birlikte kalktılar. Kendisi hariç herkes daha önceleri olduğu gibi o gün de gayet neşeliydi. Bir ara onların bu neşesi ona anlamsız bile geldi. Arabaların yanına indiklerinde, herkes muhabbet ve kahkahalar içinde arabalara binerken, O şaşkın, kararsız, ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Bir türlü bir şeye karar veremiyordu. ”Arkadaşlarla gitmesem mi.” diye düşündü. Sonra kendisi de şaşırdı bu sorusuna “ne demek gitmemek bu şimdi! Peki nereye gideceksin, bu saatte eve mi?” diye, yine kendisi içindeki kendisine sordu. Bu düşüncesinden dolayı kendi kendini kınamak bile geçti aklından. Ama evden çıktığında, o hiç tatmadığı hazzı yeniden hissetti yüreğinde. Anlayamadığı bir hoşluk yayıldı içine. Bu hoşluğu tanımıyordu ama içkinin verdiği sarhoşluktan, arkadaşlarla muhabbetten öte tatlı bir hoşluktu. Bu esrük halini sevmeye başlamıştı. Arkadaşlarından biri: “Sende akşamdan beri gariplik var; neyin var kuzum? Binsene şu arabaya, seni bekliyoruz. Ne dikilip duruyorsun orada yahu!” 
       Ani ve dönüşü olmayan bir karar vermiş bir yönetici ciddiyetine bürünerek, kendisinden gayet emin ve karşıdakinin de yüzüne baktığında kesinlikle kararından dönmeyeceğinin anlaşılacağı şekilde sert, ama kırıcı olmayan bir eda ile arabaya eğildi; pencereden arkadaşlarına bakarak: 
       “Bu gün beni bağışlayın, sizinle gelmeyeceğim. Siz eğlenmenize bakın. Hepinize tatlı muhabbetler diliyorum.”   
       Arkadaşlarının şaşkınlıktan ağızları açık kalmıştı. Bir an ne diyeceklerini bilemediler. O kadar kararlı görünüyordu ki bir kelime bile konacak bir gedik bırakmıyordu duruşu. “hasta mısın yoksa?” “bizim bilmediğimiz önemli bir şey mi var?” diye, arka arkaya sorular sordular. 
       “Hayır; hiçbir şey yok gerçekten. Hatta bu gün her zamankinde daha da iyiyim. Siz keyfinize bakın” dedi ve arkadaşlarının bir cümle daha kurmasına meydan vermeden “Allaha ısmarladık” diyerek ayrıldı.
     Oradan ayrıldığında nereye gideceğini bilmiyordu aslında. “belki bir miktar yürürüm” diye geçirmişti içinden. Ama ayakları eve doğru götürüyordu. Buna şaşırmadı; hatta hoşuna bile gitti. Öyle çok heyecanlanıyordu ki, bu heyecandan bile zevk aldığının farkına varması bir kat daha heyecanlandırıyordu. Hayatının en önemli randevusuna gidiyormuş gibi hissediyordu. Bu düşünceler içinde evinin kapısının önünde olduğunun farkına vardığında ise, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı.
            Kendini toparladı. Yüzünü her eve gelişinde olduğu gibi ciddileştirdi ve kapıyı tıkladı. Çok sürmeden kapı açıldı. Kendisini görünce gözleri fal taşı gibi açılan karısına tebessüm ederek içeri girdi. Ayakkabılarını çıkarmadan karısı terliklerini önüne çiftledi. Hem şaşkın şaşkın bakıyor yüzüne, hem de: “Hayırdır inşallah... Hasta falan değilsin değil mi? Hayatım neyin var? Aman Allah’ım! Ne oldu canım?” karısının yüzünü iki elleri arasına aldı ve uzun zamandır hiç olmadığı kadar bir şefkat ve sevgi ile baktı: “Dur hele dur! Bir şey yok, rahat ol, evime gelmek de mi yasak; bu ev benim yahu; şu güzeller güzeli benim karım; şu çocuklar benim çocuklarım…” 
       Karısı ellerini göğsüne bastırarak “çok şükür, bir şeyin vardır diye ödüm koptu. Gerçekten bir şeyin yok değil mi? Eve öylesine geldin; yani normal olarak evine geldin?” Gülerek cevap verdi karısına: “Evet! Evet gazinoya gitmedim ve arkadaşlarımdan ayrılarak eve geldim!” 
        Karısı, olanlara dikkat ve şaşkınlıkla bakan büyük oğlunu da tınmadan, bir takım ilkelerini bir yana bırakıp boynuna sarıldı. Çocuklar da hiç bu tür bir manzara görmemiş olacaklar ki şaşkınlık ve sevinçle onlara bakakalmışlardı.
Yere yüzükoyun yatarak dersini yapmakla meşgul küçük kızı: “Aynı filmlerdeki gibi” diyerek, sevinçle kıkırdadı.
            Yıllardır akşamları hiç oturmadığı koltuğuna oturdu. 
         Biraz sonara; çok önceleri olduğu gibi, karısı kahvesini önündeki sehpaya koyarak, yere, halının üzerindeki mindere oturdu; dizlerine kolunu koyarak yaslandı. Şaşkın ama sonsuz bir hasretle kocasının yüzüne bakmaya ve onu seyre koyuldu. İlk şaşkınlıklar geçtikten sonra, çocuklar bulundukları yerde derslerine devam ettiler;  sık sık başlarını hayret ve sevinçle kaldırıp babalarını seyrettiler doyasıya…. Onlar babalarını akşamları hiç evde otururken görmemişlerdi; ,bu manzaraya hiç alışık değillerdi.
Kahvesini içerken etrafı seyre koyuldu. 
İlk defa görüyordu çevresindeki her şeyi. Salondan her gece geçerek yatak odasına yatmaya gidiyordu ama hiç çevresine dikkat etmemiş olduğunun yeni farkına vardı.
“Aman Allah’ım! Şu manzaraya bak. Bu ne tatlı bir şey böyle?” Dedi ve masada ders çalışan oğluna baktı. “Bıyıkları terlemiş, yakışıklı bir delikanlı olmuş oğlum. Ooo, kızıma bak! Annesinin,  lise birdeyken bana verdiği siyah-beyaz fotoğrafına ne çok benziyor.” Sonra karısına baktı kaçamak kaçamak “ne kadar güzelmiş karım. Hem de helalim” diye geçirdi içinden. Hiç konuşmadı oturduğu bir saat boyunca; sadece etrafına baktı ve düşündü. Karısı çocukları yatırırken, yanına gelen çocuklarını tek tek öperken içi kavruldu. 
“Ya Rabbim! Bu tadı yüreğimden alma bir daha!” diye, dua etti.
Yatmak üzere odaya yöneldiklerinde, karısını göğsüne doğru bastırarak, “yarın akşam yemeği saat kaçta?” diye sordu. 
Karısı, yarın da, belki ondan sonraki yarınlarda da, hep akşamları evinde olacağını hissederek: “babamız gelince” dedi.
           

Hiç yorum yok: